THE LEGAL ASSESSMENT OF ALI HAYDAR EFENDI'S ON DEBTS CONSTANTED TO GOLD ANDSILVER MINES CANNOT BE PAYABLE WITH THE PAPER MONEY

AuthorIrem KARAKOÇ
Pages56-72
Inonu University Law Review InULR 11(1): 56-72 (2020)
İrem KARAKOÇ
56
ALİ HAYDAR EFENDİ’NİN ALTIN, GÜMÜŞ GİBİ MADENLERLE SÂBİT
OLAN BORÇLARIN EVRÂK-I NAKDİYYE İLE ÖDENEMEYECEĞİNE
İLİŞKİN HUKUKÎ GÖRÜŞLERİ
THE LEGAL ASSESSMENT OF ALI HAYDAR EFENDI’S ON DEBTS CONSTANTED T O GOLD
AND SILVER MINES CANNOT BE PAYABLE WITH THE PAPER MONEY
İrem KARAKOÇ*
Makale Bilgi
Gönderilme:12/12/2019
Kabul: 27/02/2020
Özet
Çalışmamızın konusu, Osmanlı hukukçusu ve Adliye Nâzırı Ali Haydar E fendi’nin
“Risâletü fî Kazâi’d-Düyûn ve İktizâühû” adlı eserinin “Deynin Sûret-i İdaresi ve İcârenin
Ehad-i Âkideynin Vefatı Hâlinde Adem-i İnfisâhı Hakkındaki Ahkâm başlıklı
makalesinin Birinci Risâle’si olan “Maʽdenî Altınla Sâbit Olan Düyûnun Maʽdenî Altın
İ’tâsıyla Te’diyesi Lâzım Geleceğine Dâirdir” başlıklı kısmında yer verdiği görüşleridir.
Yazar, 1331 ve 1332’de çıkarılan kanunlarla, borçların ödenmesinde evrâk-ı nakdiyyenin
Osmanlı mâlî sisteminde zorunlu ödeme aracı kabul edilmesinin sonuçlarını ele almıştır.
Kanun’dan önce altın üzerinden akdedilen borç sözleşmelerinin ifası, düzenlemelerden
sonra kâğıt parayla yapılmak zorundaydı. Kanunlardan biri, 31 Ekim 1915 (18
Teşrînievvel 1331) tarihli “Evrâk-ı Nakdiyye Kanunu”; diğeri, 8 Nisan 1916 (26 Mart
1332/5 Cemâziyelâhir 1334) tarihli “Tevhîd-i Meskûkât Kanunu”dur. Ancak borç
sözleşmelerinde borcun konusu altın veya gümüş gibi kendi değeri olan madenlerse,
alacaklı için bunun aynen ödenmesi önemlidir. Borçlu ise, kâğıt parayla ifayı tercih eder.
“Evrâk-ı Nakdiyye Kanunu”ndan önce kurulan fakat Kanun’dan sonra ödenecek olan
borçlarda Ali Haydar Efendi, ortaya çıkan karışıklığa çözüm önermiştir. Sorun temelde,
1331 ve 1332 tarihli düzenlemelerin yürürlüğe girmesinden önce yapılan borç
sözleşmelerinde ifası gereken borcun altın mı, yoksa evrâk-ı nakdiyye olarak mı
ödeneceğidir. Risâlenin giriş kısmında 1331 (1915-1916) ve 1335 (1919) olmak üzere iki
tarih vardır.
Anahtar Kelimeler
Evrâk-ı Nakdiyye
Kanunu,
Tevhîd-i Meskûkât
Kanunu,
Madeni Altınla Sâbit
Olan Borç,
Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliyye.
Article Info
Received: 12/12/2019
Accepted: 27/02/2020
Abstract
The subject of our study, Ali Haydar Efendi’s views in the article that entitled “About
With Certainty The Debtor-Creditor Relationship on Gold Currency Must be Paid With
Gold Payment (Gold Standard)”. In 1331 and 1332, the author dealt with the consequences
of the adoption of compulsory payment instruments in the Ottoman financial system in the
payment of debts. The execution of debt contracts concluded on gold before the Law had
to be made with paper-money after the law arrangements. One of the aforementioned laws,
31 October 1915 dated “The Law of Money-equivalent Documents” and the other, 8 April
1916 dated “Law on Unity of Metalic Mon eys”. However, in contracts, if th e subject of
the debt is metals of its own value, such as gold or silver, it is also important to pay the
same for creditor. The debtor prefers paper money in paying his debt. Ali Haydar Efendi
proposed a solution to the confusion arising from the debts which were established before
the Law but which will be paid after it. The problem is basically whether the debt to be
fulfilled in debt contracts before the entry into force of the regulations is to be paid in gold
or in paper.
Keywords
The Law of Money-
equivalent Documents,
Law on Unity of Metalic
Moneys,
Obligations Fixed with
Financial Gold,
Mecelle-i Ahkâm-
Adliyye.
Bu eser Creative Commons Atıf 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır
* Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Tarihi ABD.
İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi – İnÜHFD 11(1): 56-72 (2020)
Ali Haydar Efendi’nin Altın, Gümüş Gibi Madenlerle Sâbit Olan Borçların Evrâk-I Nakdiyye ile Ödenemeyeceğine İlişkin Hukukî
Görüşleri
57
I. GİRİŞ
Osmanlı son dönem hukukçularından Ali Haydar Efendi’nin
“Risâletü fî Kazâi’d-Düyûn
ve İktizâühû” adlı eserinin “Deynin Sûret-i İdaresi ve İcârenin Ehad-i Âkideynin Vefatı Hâlinde
Adem-i İnfisâhı Hakkındaki Ahkâm” adlı bölümünün Birinci Risâlesi olan “Maʽdenî Altınla Sâbit
Olan Düyûnun Maʽdenî Altın İʽtâsıyla Te’diyesi Lâzım Geleceğine Dâirdir” başlıklı kısmı Türk
malî ve borçlar hukuku tarihleri bakımından önem taşımaktadır. Aynı risâlenin içinde bulunan
“Mûcir [ve]ya Müste’cirin Vefatıyla İcâre Münfesih Olamaz” başlıklı İkinci Risâle, başka bir
çalışmanın konusu olacak kadar geniş ve farklı kapsamı nedeniyle bu çalışmaya dâhil
edilmemiştir.
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Dönemi’nde gerek toplum hayatında gerekse hukukta
birçok yenilik ve değişiklikler yapılmıştı. Araştırmamıza konu olan makalede yazar, kendi
döneminde mislî borç ilişkisinden doğan para borçlarının ifasında meydana gelen karışıklığa
dikkat çekmiş ve bu sorunun çözümü için izlenmesi gereken yolu belirtmek istemiştir. Burada
halli gereken sorun, aşağıda sözü edilen kanunî düzenlemelerin yürürlüğe girmesinden önce
yapılan borç akitlerinde ifa edilecek borcun madenî altın olarak mı, yoksa evrâk-ı nakdiyye olarak
mı ödeneceğidir.
Yazarın belirttiğine göre 18 Teşrînievvel 1331 (31 Ekim 1915) tarihli Evrâk-ı Nakdiyye
Kanunu ve 26 Mart 1332 (5 Cemâziyelâhir 1334/8 Nisan 1916) tarihli Tevhîd-i Meskûkât
Kanunu’nun çelişkili hükümleri nedeniyle mahkemelerde farklı kararlar verilmiş ve hukukî bir
karışıklık meydana gelmişti. Dönemine göre yeni olan düzenlemelerin Mecelle’nin muâmelâta
ilişkin 158, 232, 242, 416, 787, 891’inci maddeleri ile şerʽî hukukun genel kâideleriyle nasıl bir
uyumsuzluk gösterdiği Ali Haydar Efendi tarafından ortaya konulmuştur. Çünkü o devirde bu
konuda açılan/açılacak olan davalar Mecelle’yi uygulamak üzere kurulan Nizamiye
mahkemelerinde görülecekti. Bu yüzden çıkarılan yeni kanunların Mecelle ile ve genel ilkelerle
uyumlu olması gerekirdi. İlgili genel kâideler arasında ilk bakışta sayılabilecek olanlar “Bir
kanunun hükmü mâkabline şâmil değildir”
; “Mâtufün aleyhin hükmü, mâtufta dahi cârî olur”
;
“Mutlakın ıtlâkı üzere cârî olması esastır”
ilkeleridir. Ali Haydar Efendi’nin bu sorunun çözümü
için bir önerisi de vardı.
Osmanlı’nın son dönem hukukçularından Ali Haydar Efendi (Küçük) (1853 -1935) aynı zamanda Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliyye’ye şerh yazmıştır. “Hocazâde”, “Eminefendizâde”, “Hoca Eminefendizâde” “Dardağanzâde” olarak da
tanınmaktadır. Sonradan Arsebük soyadını almıştır. Devlette, akademik görevlerde ve kanun çalışmalarında
bulunmuştur (AYDIN, Mehmet Akif:“Ali Haydar Efendi Küçük”, DİA, C.2 , İstanbul 1989, s.396. Ayrıca bkz.
BİLMEN, Ömer Nasûhi: Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, (İstanbul Matbaacılık T.A.O Yayınları),
C.1, İstanbul 1949, s.349; GÜNAY, Mehmet: “Son Devir Osmanlı Hukukçusu Küçük Ali Haydar Efendi, (1853-1935):
Hayatı, İlmi Faaliyetleri ve Eserleri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, S.6, 2005, s.179; NARİN, İsmail: “Son
Devir Osmanlı Âlimlerinden Ali Haydar Efendi’nin Hayatı, Hukukçuluğu ve Eserleri”, İLTED, Erzurum S.46, 2016/2,
s.51).
Bir kanunun hükmü, yürürlüğe girdiği andan itibaren geçerlidir, geçmişi etkilemez; kural olarak bir hüküm konuluş
tarihinden önce meydana gelen olaylara (geçmişe) uygulanmaz. Bu kuralın istisnası lehe olan kanun hükümlerinin
geçmişe de sirâyet kabiliyetinin bulunmasıdır.
Buradaki genel hükmün anlamı, bir hüküm cümlesinde hükmün atfedildiği bir özne ile yanında d a bir diğeri varsa,
hakkında atıfta bulunulana (özne/mâtuf) yönelen bu hüküm, aralarındaki yakınlıktan (mukârenet-i kelâmiyeden) dolayı
diğer kişiyi de (mâtûfün aleyh) hükme dâhil eder. Hükmün kapsamına girmesi için ikincinin de ayrıca sayılması ya da
belirtilmesi gerekmez (Bu konu Bilmen tarafından fâsid istidlaller kısmında ele alınmıştır (BİLMEN, C.1, 1949, s.91).
Örneğin, “(A) ile (B) sorumludurlar” dendiğinde sadece (B) değil (A) da bu hüküm cümlesinin yüklemine/sonucuna
tâbidir. Aynı şekilde hukukî bir hükümden örnek de verilebilir. Kira sözleşmesini yapabilmek için gereken ehliyet
şartlarının karz akdini kuracak kişide de aranması buna örnek verilebilir. Her birini tek tek saymak gerekmez. Bu
konular fıkıhta nasslarda geçen ifadelerin anlamlandırılmasında geçmektedir. Ayrıca bkz. ATAR, Fahrettin: Fıkıh
Usûlü, Beşinci Baskı, İFAV Yayınları, İstanbul, 2002, s.237-238.
Lâfz-ı mutlak ve lâfz-ı mukayyed için bkz. BİLMEN, C.1, 1949, s.15-16. “Mutlak”la ilgili bu hüküm, Mecelle’nin
64’üncü maddesinde, “Mutlak ıtlâkı üzre cârî olu r. Eğer nassan yahut delâleten takyid delili bulunmaz ise” şeklinde
hükme bağlanmıştır. Mutlaklık (ıtlak) veya kayıtlılık (takyid), nasslardaki (veya kanunlardaki) çeşitli ifadelerin (lâfız)
anlamlandırılmasında dikkat edilen özelliklerdir. Mutlak ifade, belirli olmayan (gayri muayyen) bir varlığı gösteren ve
herhangi bir sıfatla sınırlandırılmış olmayan sözcüklerdir. Mukayyet ise “bir sıfatla veya vasıfla belirli hâle getirilmiş
varlıkların adlarıdır. Örneğin “kişi, fakülte ve öğrenci” sözcükleri mutlak ifadeler; “dürüst kişi, tüzel kişi, hukuk
fakültesi, terbiyeli öğrenci, hukuk öğrencileri” şeklinde bazı kayıtlarla söylendiğinde bu ifadeler mukayyet hâle
getirilmiştir (KOCA, Ferhat: “Mutlak”: DİA, C.31, İstanbul 2006, s.403). Mutlak-mukayyed ayrımı hakkında genel
açıklama için bkz. ATAR, s.173 vd, 237 vd. Kanunî hükmün ifade ediliş şeklinden mutlak olduğu anlaşılmaktaysa, bu
hüküm, başka bir hükümle ya da ifadeyle kayıtlandırıldığına ilişkin bir açıklık bulunmadığı müddetçe mutl aklığını
sürdürecektir.

To continue reading

Request your trial

VLEX uses login cookies to provide you with a better browsing experience. If you click on 'Accept' or continue browsing this site we consider that you accept our cookie policy. ACCEPT